Wednesday 18 December 2024 - 13:36
Biz Talebeleri Mutlu ve Mutsuz Eden Şeyler Nelerdir?

Havza / Anne babaların kendi dünyaları geniş olmadığında yüksek ahlaka ve mevkilere sahip evlatlar yetiştirmeleri kolay olmaz. Çocukların doğru bir şekilde yetişmesi için en önemli unsurlardan biri, onların dünyasını büyütmektir. Bu büyüme, birçok eğitim becerisini etkili ve faydalı hale getirir. Ancak bunun ön şartı, önce bizim kendimizi geliştirmemizdir.

Havza Haber Ajansı’nın bildirdiğine göre, Hüccetü’l-İslam vel-Müslimin Abbasi Veledi, talebe aileleriyle bir araya gelerek insan yetiştirmede geniş bir bakış açısına sahip olmanın ve küçük kaygılardan uzak durmanın önemine değindi. Aile danışmanı ve uzmanı olan Veledi, büyük düşünmenin bireysel ve ailevi gelişim üzerindeki etkisini vurgulayarak, geniş perspektiflerin çocuk yetiştirme ve İslami yaşam becerilerinin şekillenmesindeki rolünü detaylı bir şekilde ele aldı. Üstadın konuşmasının tam metni ise şu şekildedir:

“Yaşam tarzından bahsedildiğinde, çoğu insanın zihni genellikle beceri kazandırmaya yönelik eğitim kurslarına kayar. Ancak gerçek şu ki özellikle yaşam tarzı ve dini eğitim bağlamında, Kur’an-ı Kerim ve Ehlibeyt’in (a.s.) derin öğretilerinde yer alan becerilerin temelleri belirli zorunluluklar, bakış açıları, inançlar, kaygılar ve duygulardan oluşur. Eğer bu ön koşullar sağlanmazsa, dini yaşam tarzına ilişkin beceriler uygulama aşamasına pek yaklaşmaz.

Bu nedenle belki de bir beceriden çok, dini yaşam tarzına dair bir pencere veya bakış açısı olarak adlandırılabilecek bir konudan bahsetmek istiyorum. Bu bakış açısı, düşünceye yön veren bir unsur olarak bize kendimizi bu kriterlere göre değerlendirme ve üzerinde düşünme fırsatı sunabilir.”

Hedefimiz, Dini Bir Hayat Yaşamak

Hedefimiz, dini bir hayat sürmektir; en azından sloganımız, hayatımızın dini bir temele dayanmasıdır. Hayatımızın bazı alanlarında dini esaslara göre hareket ediyoruz; ibadetlerimize bağlıyız, namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, bazı sınırları koruyoruz, kadınlar tesettürlerine dikkat ediyor, ziyaretlere ve dini meclislere inanıyoruz.

Bunlar, dini yaşam tarzının tezahürleridir. Ancak şu soruyu sormamız gerekiyor: Kaygılarımız, bizi mutlu veya mutsuz eden unsurlar, zihnimizi meşgul eden düşünceler ne kadar dini? Bizi gerçekten ne sevindiriyor, ne üzüyor? Asıl önemlisi, ulaşmak istediğimiz hedef nedir?

Yaşam tarzı ile ilgili konulardan biri, henüz tam olarak tanımlanmamış olsa da, belki “kişisel dünya” olarak adlandırılabilir. Her insanın kendine ait bir dünyası vardır; bu dünya, duygularını, hayallerini, kaygılarını ve onu mutlu ya da mutsuz eden şeyleri kapsar. İnsan, bu dünyasını şekillendirmek ve sürdürmek için zamanını ve enerjisini harcar.

Bu tanıma göre Allah dostlarının bir dünyası vardır; sıradan insanların ise bambaşka bir dünyası. Allah’a ve peygamberlere inanmayan birinin dünyası ile inanan birinin dünyası tamamen farklıdır. Peki, bizim dünyamız nedir?

Bu soruyu daha iyi anlamak için dini bir dünyanın ölçütlerine bakabiliriz. Rivayetlerde, Şiilerden bahsedilirken öne çıkan önemli bir özellik şöyle ifade edilir: “Onlar, bizim üzüntümüzle üzülür, sevincimizle sevinirler.” Bu duygu ve his birliği, dini bir dünyanın en temel ve vazgeçilmez özelliklerinden biridir.

Bizi Mutlu Eden ve Üzen Şeyler Nelerdir?

Kendi dünyamızı değerlendirmek istediğimizde en somut ölçütlerden biri bizi mutlu eden veya üzen şeylerin neler olduğuna bakmaktır. Bu ölçüt, dünyamızın hangi değerler ve önceliklerle şekillendiğini ortaya koyar. Bu konuyu daha iyi anlamak için örneklerle açıklamak istiyorum; çünkü somut örnekler, zihnimizi konuya daha fazla odaklar ve meseleyi netleştirir.

Diyelim ki bir aile toplantısına katıldım. Kayınvalidem bir konuda benim fikrimi almak yerine başka bir akrabanın fikrini sordu ve ona daha fazla ilgi gösterdi. Bu durum zihnimi meşgul ediyor ve bir türlü bu düşünceden kurtulamıyorum. Kendi kendime sorguluyorum: “Neden bana sormadı? Neden benim görüşümü almadı?” Hatta bu rahatsızlığımı eşime ifade ediyorum: “Neden annen bana danışmadı?” ya da düşünüyorum: “Beni neden istediğim gibi önemsemedi?” Öte yandan eğer bana özel bir ilgi gösterseydi çok mutlu olurdum.

Basit bir örnekten daha üst düzey konulara geçelim. Diyelim ki eve geldim ve yemek hazır değil oysa ki çok açım. Bu durumda nasıl hissediyorum? Üzülecek miyim? Sinirlenecek miyim? Konuyu sürekli gündeme getirecek miyim?Ya da yarım saat veya bir saat sonra yemek hazır oluyor ama ya çok pişmiş ya da yanmış. Tepkim ne olur? Sinirlenir miyim, üzülür müyüm? Bu durumu kolayca tolere edebilir miyim?

Aynı anda eşimi de görüyorum; yemek geç hazırlandığı için çok endişelenmiş ve telaşlı. Onu sakinleştirir miyim ve “Sorun değil, geç oldu artık, önemli değil” mi derim? Yoksa tam tersi ona şöyle mi derim: “Bundan sonra böyle bir şeyin evimizde olmasına izin vermem!”

Bu tür tepkiler bize ne gösteriyor? Kişisel dünyamız ne kadar geniş ya da dar? Dünyam o kadar dar mı ki, bir yemeğin yanması ya da geç hazır olması gibi bir sorunla sınırlı olsun? Bu tür küçük meseleler dünyamda ne kadar büyük bir sarsıntıya neden oluyor? Bu örnekler zihinsel, duygusal ya da manevi gelişim düzeyimi nasıl yansıtıyor?

Bu tür sorular kendi dünyamızın sınırlarını ve o dünyayı şekillendiren değerleri anlamamıza yardımcı olur. Ne kadar küçük veya büyük şeyler bizi etkiliyorsa, bu bizim gelişim düzeyimiz hakkında da ipuçları verir.

Diyelim ki bir kadınsınız ve gelecek hafta bir düğüne katılmanız gerekiyor; örneğin yeğeninizin düğünü. Belki de bir hafta boyunca tek düşündüğünüz şey ne giyeceğiniz, hangi takıları takacağınız ve hatta giyeceğiniz kıyafeti başkalarının daha önce görüp görmediği olacak. Bazı insanlar bu durumu şu şekilde eleştirebilir: “Ne demek bu bir şey giy işte, bununla niye bu kadar meşgul oluyorsun?” Eleştirilerinin temelinde, kişinin dünyasının neden bu kadar dar olduğu sorusu yatıyor.

Ancak başka bir kişi, aynı düğün haberine çok farklı bir şekilde tepki verebilir. O kişi şöyle diyebilir: “Allah’a şükür, iki Ali bin Ebi Talib (a.s) Şiisi birbirine kavuşuyor ve bu durum İmam Zaman’ın (a.f) gönlünü sevindiriyor.” Eğer ona ne giyeceğini sorarsanız, “Ne giysem olur! Önemli olan ne giydiğim değil” diye yanıt verir. Çünkü onun için başkalarının gözündeki değeri giydiği kıyafete bağlı değildir.

Bu iki kişi birbirinden tamamen farklı dünyalara sahiptir. Onları mutlu eden ve üzen şeyler de çok farklıdır. Birinin dünyası dışsal görünüş ve başkalarının ne düşündüğüyle sınırlı iken, diğerinin dünyası manevi değerlere ve daha büyük bir bakış açısına odaklanır. Bu kişisel dünyaların ne kadar farklı olabileceğini ve bizi etkileyen şeylerin içsel değerlerimize göre şekillendiğini gösteriyor.

İmam Zaman (a.f) Karşısında Dik Durabilecek Bir Talebe Olabildim mi?

Şimdi de talebelik örneği üzerinden bir değerlendirme yapalım. Bir din adamı vaaz vermek için bir camiye girdiğinde kendisine beklediği saygı gösterilmezse, zihni bu konuya takılabilir: “Neden bana saygı göstermediler?” Bazı insanlar gerçekten bu tür meselelerle meşgul olurlar ve bu inkâr edilemeyecek bir gerçektir.

Belki bazıları şöyle diyebilir: “Senin saygın aslında ruhaniyete verilen saygıdır, buna basitçe kayıtsız kalmamalısın.” Ancak bu düşünce tarzı kontrol edilmezse kişinin dünyası o kadar darlaşır ki en küçük meseleler bile zihnini meşgul eder.

Mesela kendisine yapılan ikramın beklentisiyle uyuşmaması durumunda o rahatsızlık uzun süre zihninde kalabilir. Hatta, “Neden beni karşılamak için o kadar lüks bir araba kullanmadılar?” ya da “Neden bana o kadar özel bir ilgi göstermediler?” diye düşünebilir. Bu tür kaygılar kişinin dünyasının ne kadar sınırlı hale geldiğini gösterir.

Bu durum, talebelik ve dini bir kimlik taşımakla ilgili içsel bir sorgulamayı da gündeme getirir. “İmam Zaman (a.s) karşısında başımı dik tutacak şekilde talebe olabildim mi?” sorusu, kişinin manevi olgunlaşma seviyesini ve ne kadar geniş bir bakış açısına sahip olduğunu gösteren önemli bir ölçüttür.

Bir başka talebe ise bu durumu şöyle değerlendirir: “Acaba ben, İmam Zaman (a.f) karşısında başımı dik tutacak şekilde talebe olabildim mi? Eğer İmam Zaman’a sorsalar (a.f) ‘Bu talebe senin için bir iftihar kaynağı mı?’ diye, ne cevap verir?” Bu kişi, kendi içsel sorgulamasını yapar ve sorar: “Allah benden memnun mu?” O, başkalarının gösterdiği saygıya odaklanmaz, çünkü gerçek saygının yalnızca Allah katında olduğunun farkındadır.

İmam Zaman (a.f) huzurunda saygının gerçek ölçütü çok açıktır: “Benim, Allah katında bir mertebeye ulaşacak kadar takvam var mı?” Peki ya, eğer dilimiz yanlışlıkla bir söz söylese veya gıybet etse, buna o kadar üzülecek miyiz? Ya da bir köyde vaaz verirken bir genç kalabalık içinde bize hakaret etse buna daha fazla üzülür müyüz?

Bu, “düşünce dünyası” dediğimiz konudur ve üzerinde fazla durmamız gereken bir meseledir. Sadece namaz kılmak ve oruç tutmakla yetinmemeliyiz; daha derin bir şekilde düşünmeliyiz: Neler bizi mutlu eder, neler üzülmemize yol açar? Çünkü bu soruların cevabı gerçekten çok önemlidir.

Hayatın birçok sorunu, hatta evlilikteki çatışmalar bile aslında bu meseleyle bağlantılıdır. Eğer kendi “dünyamızı” genişletebilir ve sıradan insanların bizi üzmesine yol açan şeylerden uzak durmayı başarabilirsek hayatımızdaki pek çok problem kendiliğinden çözüme kavuşacaktır.

Bütün Bu Tatlıların Yanında Oturup da Bir Şeyler Yememek Mümkün Mü?

Eğer kaygılarımız ve mutluluklarımız çocukça ve yüzeysel olmasaydı pek çok anlaşmazlık ortadan kalkardı. Düşünün ki hepimiz eşlerimizle sorunsuz bir şekilde yaşamaya devam ediyoruz. Her ne kadar bu her zaman mümkün olmasa da mutlaka karşılaştığımız, içinde çeşitli zorluklar barındıran hayatlar var.

Şeyh Müfid, Câbir bin Yezid Câfi’nin İmam Bâkır'dan (a.s) duyduğu bir hadis nakletmektedir. Câbir bin Abdullah Ensârî şöyle demiştir: Eğer Salman ve Ebu Zer tekrar hayata dönselerdi ve İmam Bakır'ın (a.s)’ın zamanında yaşasalardı Ehlibeyt’e (a.s) sevgi ve bağlılık iddiasında olanlar onları gördüklerinde şöyle derlerdi: “Bunlar delidir!” Neden? Çünkü “Salman ve Ebu Zer’in dünyası” o kadar büyük ve kaygıları o kadar derindi ki sıradan insanlar onları anlayamazlardı. Bu yüzden onları delirmiş kabul ederlerdi.

Allame Misbah Yezdi ahlak derslerinde bu konuya dikkat çekmiş ve bir örnek vermiştir: Bir pastacı tatlıları çok severmiş ve tatlılarla dolu bir buzdolabının yanında otururmuş. Bir müşteri gelip parmağıyla tatlıları işaret ederek: “Neden yemiyorsun? Bu kadar tatlının yanında nasıl durabilirsin, yememen mümkün mü?” demiş. Bu hikaye büyük kaygıları olan insanlarla bizim durumumuzu anlatır. Başkalarına göre bu insanlar tuhaf görünebilir çünkü onların büyük ve değerli kaygılarını anlayamazlar.

Mesela, İmam Humeyni (rahmetullahi aleyh) bir kez namazın tekbirini söylemek üzereyken, ona Saddam’ın Hürremşehr’i ele geçirdiği haberini verdiler. İmam (r.a.) şöyle cevap verdi: “Savaş ve zafer Allah’ın işidir.” Ancak aynı İmam (r.a.) bir gün, istemeden bir konuda çok duygusal bir tepki gösterdi ve duyduğu bir şeyden dolayı çok üzüldü. O kadar ki, ateşli bir şekilde hasta oldu ve birkaç gün, belki otuz ya da kırk gün boyunca şiddetli üzüntüsünden dolayı hastalığı nüksetti.

Ben Yazarım…

Şehit Mutahhari de bu büyük âlimin örneklerinden birisidir. Bir gün bir toplantıya katıldılar ve bu toplantıda merhum Ayetullah Hüccet hakkında arkasından konuşmalar yapılmaya başlandı. Şehit Mutahhari, o an hissettiği durumu şöyle anlatmaktadır: “O anda ortamın gıybet ortamına dönüştüğünü hissettim.” Bu durumu kaldıramadı ve hemen arabaya binip Tahran’a gitmeye karar verdi. Çünkü yaz mevsimiydi ve merhum Ayetullah Hüccet, Şehr-i Rey ve Şah Abdülazim’e gitmişti. Şehit Mutahhari, Ayetullah Hüccet'in evine gidip kapısını çaldı. Ayetullah Hüccet kapıyı açıp “Buyurun” dediğinde, Şehit Mutahhari şöyle cevap verdi: “Bir toplantıya katıldım ve orada sizinle ilgili bir şey söylendi, bence bu sizin gıybetinizdi. Ben bunu duydum ve belki ben de bir şey söyledim. Geldim, sizden helallik almak istiyorum.”

Bu davranış, büyük bir dünyaya sahip olmanın bir örneğidir. Böyle bir durumda sessiz kalmak ve hiçbir şey yapmamak birinin kabul edebileceği bir şey değildir. Şehit Mutahhari, böyle bir durumu evinde oturarak ve sessizce geçiştirerek kabul edemezdi. Bu onun derin dini ve ahlaki sorumluluğunu gösterir.

Ayetullah Hüccet, Şehit Mutahhari’ye şu şekilde cevap vermişti: “Benim hakkımda duyduğunuz ve konuşulan sözler bana ait, affediyorum. Ancak eğer bu sözler merceiyet makamı hakkında ise bunu affetmek benim elimde değil." Bunlar, bu kişilerin dünyalarının genişliğini gösteriyor; onların hayatlarında süregeldiği endişeler ve hassasiyetler, onları sorunlara basitçe yaklaşmaktan alıkoyar.

Benim tabirimle, Şehit Mutahhari Allame Tabatabai’nin “Felsefe İlkeleri” ve “Realizm Yöntemi” üzerine yaptığı notları yazarken bu eser, Şehit Mutahhari’nin yazdığı notlarla hayat buldu. Allame Tabatabai, felsefede yüksek bir konumda iken Şehit Mutahhari’ye güvenmiş ve bu önemli kitabı ona emanet etmişti. Bu, Şehit Mutahhari’nin bilim adamları arasında ne kadar özel bir konumu olduğunu gösteriyor. O, bilimsel ve felsefi kurumlarda tanınan bir figürken, dini öğretilerin halka basit ve hikaye tarzında sunulması için bir şey yapma kararı almıştı.

Bir toplantıda konu yazar olmaya geldiğinde, Şehit Mutahhari şöyle der: “Ben yazarım.” Bu ifade şaşırtıcıydı, çünkü daha önce Allame Tabatabai’nin “Felsefe İlkeleri ve Realizm Yöntemi” üzerine dipnotlar yazmıştı ve şimdi halk için hikayeler yazmayı planlıyordu.

Toplantının sonlarına doğru, bazıları onu eleştirip şöyle dediler: “Bu iş sana uygun değil. Sen, Allame Tabatabai’nin felsefesine dipnotlar yazmış ve üniversite camiasında büyük bir filozofun görüşlerinin yorumcusu olarak tanınmış birisin, nasıl olur da hikaye yazarsın? Bu senin seviyene uygun değil.” Ancak Şehit Mutahhari cevap verdi: “Bunun benim görevim olduğunu hissediyorum ve bunu yapmalıyım.”

Hatta ona, eğer yazmaya karar verirse kitabı kendi adıyla yayımlamamasını önerdiler, çünkü “Felsefe İlkeleri ve Realizm Yöntemi” gibi önemli bir kitabın altına “Mutahhari” isminin yazması ve aynı ismin “Dastan-ı Rastan” kitabının altında yer alması da tuhaf olurdu.

Şehit Mutahhari, görevinin bilincinde olarak kitabı yayımladı ve önsözünde bu düşünceyi eleştirerek bunun yanlış bir hastalık türü olduğunu belirtti. Bu bakış açısı, onun geniş bir dünyaya sahip olduğunu ve kafasında büyük kaygılar taşıdığını gösteriyor.

Günlük Sorunların ve Şöhretin Ötesinde Olan Kaygılar

Şimdi başka bir âleme daha yaklaşalım; Şehit Hacı Hasan Tehrani Mukaddem, savaş sırasında İran’da füze olmadığını ve düşmanın kolayca hedef alabileceğini fark etti. Bu büyük kaygı, onu İran’ı her ne şekilde olursa olsun füze ile donatma kararı almaya itti.

Bu tür kaygılar, dünyalarını büyük gören ve daha derin, yüce meseleleri düşünen kişilere aittir. Bu kaygılar günlük meselelerin ötesinde veya kişisel şöhret ve prestijle ilgilenmeyen kaygılardır.

Bakın, Hacı Hasan Tehrani Mukaddem’in kaygısı İran’ın güçlü olmasıydı; Şii olan bir İran. Kendisini bu hedefe adadı çünkü onun dünyası büyüktü. Şimdi bunu, birinin size saygı gösterip göstermediği, bir etkinliğin neden geç başladığı veya kayınvalide, anne ya da eşin davranışlarının ne kadar hoş olmadığı gibi kaygılarla kıyaslayın. Bunlar insanların dünyasının küçüklüğünü ve önemsizliğini gösteren kaygılardır.

Eğer bir kişinin âlemi büyükse, hayatındaki birçok önemsiz mesele ortadan kalkar. Örneğin, bazı insanların peşinden koştuğu beceriler onun için mesele olmayabilir.

Ben, beceri kazanmanın kötü olduğunu ya da dini yaşam tarzının becerilerden yoksun olduğunu söylemiyorum; aslında beceriler iyidir ve dinimizde de yerleri vardır. Ancak benim demek istediğim başka bir şeydir; diyorum ki, o beceriler ancak âlemimiz dini olduğunda etkili olabilir.

Peki, dini bir âlem ne demek? Yani kaygılarımız da dini olmalı. Hatta kaygılarımızda da tevhitçi (tevhid inancına dayalı) olmalıyız. Mutlu olduğumuzda ya da üzgün olduğumuzda da tevhitçi olmalıyız. Bir şeye üzüldüğümüzde, İmam'ım geldiğinde ve bana neden üzgün olduğumu sorduğunda, utanmadan açıklayabileceğim bir sebep olmalı ya da bir şeyden mutlu olduğumuzda, İmam'ım neden mutlu oldum diye sorarsa, gururla nedenini açıklayabilmeliyim.

Eğer bu olmazsa dini eğitim konuları saf bir eğitim haline gelmez ve yaşam becerileri olarak etkili olamaz. Örneğin, bana tevazu göstermemi söylerler. Tevazu hakkında çok şey konuşulur. Ama eğer âlemim küçükse belki şöyle derim: “Eğer tevazu gösterirsem, benden faydalanırlar. Eğer tevazu gösterirsem, zayıf olduğumu düşünürler. Eğer tevazu gösterirsem, bana o şekilde davranırlar ki bana zarar verirler.” Bu tür bakış açıları küçük bir âlemin ürünüdür.

Ne Kadar Affetmeliyim? İki kez mi? Üç kez mi? Ne Kadar İleri Gitmeliyim?

Bir kişinin âlemi küçük olduğunda, hatta tevazu gibi saf ve öz bir öğretinin kabulünde bile tereddüt eder. Kişi önemsiz şeylerle endişelenir ve tevazuyu pratikte gösteremez. Bu yüzden neden affetmemesi gerektiğini kendine yüzlerce bahane ile açıklar.

Eğer ona “affet” derseniz, “Kaç kez affetmeliyim? İki kez mi? Üç kez mi? Nereye kadar?” diye cevap verebilir. Ama gerçekte bizim affetme olarak adlandırdığımız pek çok şey dinin gerçek anlamında affetmek değildir; daha çok gelişim ve olgunlaşma için yapılan bir ticarettir. Din, bize hoşgörülü olmamızı tavsiye eder çünkü hoşgörü imanla ilgili ve peygamberlerin ahlâkıdır.

Bu dini öğretiler şüphesiz doğru ve faydalıdır ancak eğer bir kişinin âlemi küçükse ve kaygıları sınırlı ve yüzeyselse, hoşgörü bile onun için zorlaşır. Ona, “Çocuklarına eşine veya başkalarına tevazu göster” denildiğinde belki şöyle cevap verebilir: “Tevazu gösterdiğimde ne olacak? Bu tevazu başkalarının benden faydalanmasına yol açmaz mı? Peki, benim kişiliğim ve konumum ne olacak?”

Bu kişi tevazunun gücünü veya saygınlığını kaybetmesine yol açacağını düşünüyor. Ancak din, bu görüşü kabul etmez. Peygamber Efendimiz (s.a.a), tüm büyüklük ve makamına rağmen sahabe ve ailesine tam bir tevazu içinde davranırlardı. O, hatta halk arasında öyle davranışlar sergilerdi ki bazıları bunun peygamberin makamına yakışmadığını düşünebilirlerdi; ama gerçekte tevazu, onur ve kişiliği daha da yüceltir.

Emir’ül-Müminin Ali (a.s.) da aynı şekildeydi. Sadece kendisi tevazulu bir şekilde davranmakla kalmaz aynı zamanda dostlarına ve çevresindekilere de böyle yapmalarını öğütlerdi.

Eğer en büyük din öncülerimiz böyle davranıyorsa o zaman tevazudan kaçınmanın ne anlamı vardır? Eğer bir insanın büyük bir âlemi varsa asla böyle davranışları kendine yakıştıramaz. Ancak bir insanın âlemi küçükse, her tür alçakgönüllü davranış onun için zor ve bazen de imkansız görünebilir.

Sorun şurada ki bir insanın âlemi küçük olduğunda, yüzeysel ve önemsiz kaygılardan geçemez. Tüm endişeleri dış görünüşünü, statüsünü veya başkalarının görüşlerini korumakla ilgilidir. Ancak âlem büyüdüğünde, bu meseleler doğal olarak hayatından çıkar. O zaman tevazu, hoşgörü ve affetme gibi davranışlar yalnızca zor değil, aynı zamanda bir kişinin dini ve ahlaki hayatının doğal bir parçası olarak kolayca hayatında yer almaya başlar.

Bugünün Çocuklarını Eğitmede En Büyük Sorunumuz

Çocuğunla dost ol; bu dostluğun gerektirdiği şey tevazudur, bu dostluğun gerektirdiği şey hoşgörüdür, bu dostluğun gerektirdiği şey affetmektir; göz ardı edilebilecek bazı hataları affetmektir. Ancak eğer sürekli olarak küçük bir âlemde sıkışmış zihninle endişelenirsen, bu yolu takip edemezsin.

Eğer bunu sana Batı psikolojisi açısından açıklamak istersem, o âlem ile dinin âlemi arasında temel bir fark vardır. Dini becerilerini, kendi âlemini büyütmeden pratikte uygulayamazsın çünkü küçük endişeler ve kaygılar engel olur ve bu becerileri kullanmana izin vermez.

Herkes dini yaşam tarzında ve eğitimsel becerileri gerçekleştirmede başarıya kendi âlemini büyüterek ulaşmıştır. Neden? Çünkü küçük bir âlem bu becerilerle uyumlu değildir. Bu, bu oturumdaki tüm konuşmamın özeti oldu.

Bir an için şeytanı bir kenara bırakıp, “Eûzu billahi mine’ş-şeytani’r-racim (Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım)” diyelim ve önyargısız bir şekilde kendi âlemimizi gözden geçirelim. Mutluluklarımızı ve üzüntülerimizi, bizi kızdıran ve öfkelendiren şeyleri, bizi rahatsız eden ve sinirlendiren her şeyi gözden geçirelim. Kendi âlemimizin ne kadar büyük olduğunu ya da ne kadar küçük olduğunu görelim. Kendi âlemimizin ölçüsünü bulalım.

Unutmayın, eğer anne ve babanın âlemi büyük değilse çocuklarını büyük ve yüce bir şekilde yetiştirmeleri kolay olmaz. En azından çocuklarının âlemlerinin büyümesine önemli bir etki yapamazlar. Bugün çocuklarımızı yetiştirmekteki en büyük sorunlarımızdan biri budur.

Telefon aldın mı? O zaman artık değerli birisin

Mesela on iki yaşında bir çocuğu düşünün. Siz, onun hala akıllı telefona ihtiyacı olmadığını düşünebilirsiniz fakat okulda arkadaşları arasında o kadar etkilenmiş ki telefon almazsa artık kişiliği yokmuş gibi hissediyor.

Hayatına baktığınızda, bazen annesi veya babası da aynı küçük âlemde sıkışıp kaldığını görüyorsunuz. Anne kıyafet, ev veya hatta mobilyalarına dair konularla kişiliğini sorgularken, baba da arabası veya telefonu ile ilgili kaygılar taşıyor. Bu küçük âlem aile içinde o kadar etkili olmuş ki çocuklar da bu dünyada sıkışıp kalmışlar.

Şimdi bu çocuğa “Şu an telefona ihtiyacın yok, benim telefonumdan kullanabilirsin.” dediğinizde, o bunu anlamaz. Neden? Çünkü onun âlemi küçük. Bu küçük âlemde bir arkadaşı ona “Telefon aldın mı? O zaman artık değerli birisin” diyor. İşte bu tür şeyler onun için büyüklük ve küçüklük ölçütü oluyor.

Çocuk yetiştirmenin en önemli unsurlarından biri önce onların âlemlerini büyütmektir. Bu büyüme, birçok faydalı ve etkili eğitimsel becerinin işlevsel olmasını sağlar. Ancak bunun ön koşulu bizim dünyamızın büyümesidir.

Allah’tan, Emîrü’l-Müminîn Ali (a.s.) hakkı için, hepimizin âlemini büyütmesini diliyorum. Bizi, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz ve endişelerimizde Ehli Beyt (a.s.) ile uyumlu kılsın.

Muhammed ve Âli Muhammed’e salavatın bereketiyle.

Tags

Your Comment

You are replying to: .