Havza Haber Ajansı olarak Ayetullah el-Uzma Sübhanî’nin İmam Ali en-Nakî’nin (a.s.) hayatı ve şahsiyeti hakkındaki bir konuşmasını yayınlıyoruz:
Elhamdülillah Rabbü’l-Âlemin, salât ve selâm O’nun en hayırlı yaratığı ve pâk Ehl-i Beyti’ne olsun. Allah’ın laneti kıyamet gününe kadar onların düşmanlarının üzerine olsun. Yüce hikmet sahibi, kutsal kitabında şöyle buyuruyor: “Onlardan sabırla hareket eden ve âyetlerimize kesin bir şekilde inanan imamlar kıldık ki emrimizle doğru yolu göstersinler.” (Secde Suresi, 24. ayet)
Peygamberin tüm sorumlulukları imamın omuzlarındadır
İmamet makamı büyük ve yüce bir makamdır. Aslında imamet, nübüvvetin devamıdır ve peygamberin omuzlarında olan tüm sorumluluklar imamın omuzlarında da vardır. Ancak şu farkla ki peygamber vahye muhataptır, ilahi vahiy ona iner ve dini temelleri o atar; fakat imam vahye muhatap değildir. İmam dinin kavramlarını açıklar, yeni soruları yanıtlar, insanların hayatlarına dair doğru kuralları belirler, cihada davet eder ve buna benzer birçok sorumluluğu yerine getirir. Dolayısıyla imamet makamını halkın seçimine bağlı bir görev olarak görenler bilmelidir ki imamet, ilahi ve atanmış bir makamdır, seçime dayalı değildir. İmam ile peygamber arasında, bahsettiğim husus dışında bir fark yoktur. Kur’an-ı Kerim de bu meseleye şöyle işaret etmektedir: “Ve onlardan sabırla hareket eden ve ayetlerimize kesin bir şekilde inanan imamlar kıldık ki emrimizle doğru yolu göstersinler.” (Secde, 24) Hatta bazı peygamberler, sabır ve dini tebliğdeki sebatları sayesinde nübüvvetten imamet makamına yükselirler. Bu ayete daha dikkatli bakınız: “Ve onlardan sabırla hareket eden…”
Hz. İbrahim de (a.s.) tüm o makamlar ve sınavlardan sonra nübüvvetten imamet makamına ulaştı; çünkü imam olmadan önce nebi ve resul idi. Ancak imamet, nübüvvetten daha üstün bir makamdır. Ehlibeyt imamları da peygamberden sonra bu yüce makama sahiptirler.
İmam, Samarra’da da imamet görevlerini yerine getirmekteydi. Öncelikle İmam Hâdi (a.s.), Medine’de ve toplamda Samarra’da yaklaşık 85 fakih ve muhaddis yetiştirmiştir. Bir fakih ve muhaddis yetiştirmek özellikle Samarra’daki baskı ve zorluklar altında, kolay bir iş değildir.
İslam muhaddislerinin, özellikle Sahih-i Müslim gibi kaynakların nakline göre Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: “Benden sonra İslam’ın izzeti on iki halifeye bağlı olacaktır.” Sahih-i Müslim’de bu konuda yaklaşık on rivayet bulunmaktadır. Müslim, şu ifadeyi nakleder: “İslam, on iki halifeye kadar izzetli kalacaktır.” Devamında şunu ekler: “Sonrasında bir şeyler söyledi ama anlamadım. Babama sordum, o da şöyle dedi: Resûlullah buyurdu ki, onların hepsi Kureyş’ten olacaktır.” (Sahih-i Müslim, cilt 12, sayfa 189).
Peygamber Efendimiz’den (s.a.a.) sonra gelecek bu on iki halife, birbirleriyle bağlantılıdır ve bu kişilerin başkaları olması mümkün değildir. Bu kişiler ancak İmamiyye mezhebinin kabul ettiği on iki imamdır.
Yaratılışın Cevheri
İmam Hâdi'yi (a.s.) tanıyalım; Ebu’l-Hasan İmam Hâdi (a.s.), Hicri 212 yılında Medine-i Münevvere’de doğmuş ve 236 yılına kadar orada yaşamıştır. Babası İmam Cevâd'ın (a.s.) şehadetinden sonra henüz 8 veya 9 yaşlarında iken imamet makamına ulaşmıştır. Bir çocuğun bu yaşta böyle büyük bir sorumluluğu üstlenmesi şaşırtıcı görünse de Kur’an’da buyurulduğu gibi: “Onlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.” (Hac, 74). Eğer biz imamı ve onun yüce makamını tanırsak, bu meseleleri anlamak daha kolay olur.
Nitekim Hz. İsa (a.s.), çocukken beşikte iken peygamberlik makamına ulaşmış ve şöyle demiştir: “Ben Allah’ın kuluyum. O bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı.” (Meryem, 30). Aynı şekilde Hz. Yahya (a.s.) da çocuk yaşta peygamberlik makamına erişmiştir: “Ey Yahya! Kitabı kuvvetle tut.” ve ardından, “Biz ona çocukken hikmet verdik.” (Meryem, 12).
Bu yüce şahsiyetlerin, yaratılışın seçkin cevherleri olduğunu ve diğerleriyle karıştırılmaması gerektiğini bilmeliyiz.
İmam Hâdi (a.s.) Medine’de fıkıh ve hadis dersleri verir, aynı zamanda halkın sorunlarını çözerdi. Ancak Abbasi halifesi Mütevekkil, bu durumdan oldukça rahatsızdı. Çünkü Medine valisi ona şu şekilde rapor vermişti: “Medine’ye gelen insanlar, İmam Hâdi’nin evine gidiyorlar, ilmi meselelerini ve mali işlerini ona danışıyorlar. Korkarım bir gün sana karşı bir isyan başlatabilirler.” (el-İrşâd, s. 435; İ‘lâmü’l-Verâ, s. 365; Kureşî, Zindegânî-i İmam Ali el-Hâdî, s. 386).
Makam ve güç sevdalısı olan kimseler, tüm dikkat ve çabalarını bu yolda harcarlar. Onlar için makamdan daha önemli bir şey yoktur ve bu makamı tehlikeye atabilecek en küçük haber bile onlar için kabul edilemez bir durumdur.
Samarra’ya sürgün
Mütevekkil Abbasi, İmam Hâdi’yi (a.s.) Medine’den Samarra’ya getirmek için Yahya bin Herseme’yi görevlendirdi. Bu sırada İmam yaklaşık 24 yaşındaydı. Yahya, 300 askerle birlikte Medine’ye geldiğinde halk büyük bir üzüntüye kapıldı. İmam’ın Samarra’ya götürüleceğini duyan Medineliler hüzünle ağladılar. Öyle ki Yahya bin Herseme halkı teskin etmek için şu sözü verdi: “Size söz veriyorum, İmam’a en ufak bir zarar vermeyeceğim.”
Yahya bin Herseme İmam’ı Medine’den Samarra’ya götürmek üzere yola çıktığında, Bağdat’a vardıklarında Bağdat valisi İshak bin İbrahim Tahirî, Yahya’ya şu uyarıda bulundu: “Yahya! Bu adam Resûlullah’ın (s.a.a.) evladıdır. Eğer Mütevekkil’i onun öldürülmesi için kışkırtırsan, Resûlullah’a düşmanlık etmiş olursun.” Yahya buna karşılık “Ondan iyilikten başka hiçbir şey görmedim.” dedi. Ardından yollarına devam ederek Samarra’ya vardılar. Orada Abbasi sarayında görevli Türk komutan Vasıf, Yahya’ya şu uyarıda bulundu: “Bu adamın başına bir şey gelirse karşında beni bulursun.”
Mütevekkil ile Görüşme ve İmam’ın Samarra’da Kalışı
Mütevekkil, İmam Hâdi’yi (a.s.) görmek istediğinde Yahya bin Herseme onun hakkında şöyle bir rapor sundu: “Ben İmam’ın evini aradım, evinde yalnızca üzerinde namaz kıldığı birkaç hasır, dua kitapları ve Kur’an gördüm. Size ulaşan raporlar tamamen asılsızdır. O, yalnızca insanları doğru yola iletmek, tebliğ ve irşad ile meşguldür; asla isyan niyeti yoktur” (Mürûc ez-Zeheb, cilt 4, s. 183). Bu açıklama Mütevekkil’in baskısını bir nebze hafifletti ve İmam’ın Samarra’da kalmasına karar verildi.
Abbasi yönetimi, özellikle Me’mun döneminden itibaren Ehlibeyt’e yönelik siyasetini değiştirdi. Me’mun’dan önceki Abbasi halifeleri Ehlibeyt’i ortadan kaldırmaya çalışırken, Me’mun’la birlikte onları daha çok gözetim altında tutmayı tercih ettiler. Bu sebeple Mütevekkil’in sarayına yakın bir ev İmam Hâdi (a.s.) için tahsis edildi. İmam, ailesiyle birlikte burada yaşamaya başladı. Ancak buna rağmen Şiîler farklı bahanelerle İmam’ı ziyarete gelmeye devam ettiler. İmam, yaklaşık Hicri 236’dan 254 yılına kadar Samarra’da bulundu.
Bir ravi şöyle anlatır: “İmam Hâdi’yi (a.s.) Samarra’da bir iş üzerinde çalışırken gördüm. O kadar terlemişti ki ayaklarının altından ter damlıyordu. Kendisine sordum: ‘Dostlarınız nerede? Bu işleri neden onlar yapmıyor?’ İmam (a.s.) şu yanıtı verdi: ‘Hayır, benden daha üstün insanlar, kendi alın terleriyle çalışarak geçimlerini sağladılar. Dedem Resûlullah (s.a.a.), Ali bin Ebî Tâlib (a.s.) ve babalarım da böyle yaptılar.’”
İmam Hâdi’nin (a.s.) İlmi Makamı
İmam Hâdi (a.s.), Samarra’da da imamet görevlerini sürdürmekteydi. Öncesinde Medine’de ve toplamda Samarra’da yaklaşık 85 fakih ve muhaddis yetiştirmiştir. Fıkıh ve hadis âlimi yetiştirmek hele de Samarra’daki baskı ve zorluklar altında, kolay bir iş değildi. İmam’ın ilmî makamı öylesine yüceydi ki herkes onun karşısında saygı ve hayranlıkla eğilirdi.
İmam (a.s.) Samarra’da da ilim öğretmeye ve hakikatleri yaymaya devam etti. İmam Hâdi’nin (a.s.), Cebir ve Tevfik konularına dair bir risalesi bulunmaktadır. Bu risalede Kur’an ayetleri, hadisler ve aklî delillerle cebir ve mutlak yetkilendirme görüşlerini çürütmüş, emr-i beynel emreyn (iki durum arasında bir yol) prensibini ispat etmiştir. (Tuhafü’l-Ukul, s. 338-356; Müsnedü’l-İmam el-Hâdî, s. 198-213).
Bu sözler ve derin ilmî tartışmalar, İmam’ın (a.s.) yüce ilmî makamını göstermekte ve onun bilgeliğinin bu dünyaya ait sıradan bir meyve değil, ilahî bir kaynaktan olduğunu ortaya koymaktadır.
Mütevekkil’in çevresinde kendilerini fakih (İslam hukuku âlimi) olarak gören birçok kişi bulunmasına rağmen çözemediği meselelerde İmam Hâdi’ye (a.s.) danışılırdı. Mesudî, Mürûc ez-Zeheb adlı eserinde şöyle bir olayı nakleder: Bir zimmî (İslam devleti yönetimi altında yaşayan ve İslam’a saygı gösterme şartıyla güvencede olan Ehl-i Kitap mensubu), bir Müslüman kadına çirkin bir fiil işlemişti. Durum halifeye bildirildi ve fakihler onu idam cezasına çarptırdı. Ancak cezanın uygulanacağı sırada, zimmî kurnazlık yaparak kelime-i şehadet getirip Müslüman olduğunu ilan etti. Fakihler, “İslam geçmişi siler” (el-İslâmü yecübbü mâ kablehû) prensibine dayanarak onun önceki suçlarının affedildiğine hükmettiler.
Buna rağmen bazı fakihler zimmînin bu sözde İslam’a girişinin samimi olmadığını düşündüler. Mütevekkil, meseleyi İmam Hâdi’ye (a.s.) sormaya karar verdi. İmam fakihlere gönderdiği yazılı cevapta, zimmînin idam edilmesi gerektiğini belirtti. Fakihler bu hükmün delilini sorduklarında İmam, Kur’an-ı Kerim’den delil getirerek fetvasını açıkladı.
İmam Hâdi (a.s.), fetvasını Mu’min suresi 84-85. ayetlere dayandırdı:
“Artık azabımızı gördüklerinde, ‘Allah’a inandık ve O’na ortak koştuğumuz her şeyi inkâr ettik’ derler. Ancak azabımızı gördükleri zaman inanmaları kendilerine fayda vermez. Bu, Allah’ın kulları arasında öteden beri süregelen kanunudur. Ve o gün kâfirler ziyan etmişlerdir.”
Your Comment